13 Kasım 2016

Lotus Çiçeğinin Kalbi



Gülhane parkından yukarı doğru ilerliyorum.Yol boyunca gözüm, kah kuşlara takılıyor, kah renk renk çiçeklere.Biraz sonra bu yolculuğuma Zeki Müren eşlik etmeye başlıyor, ‘’Bir demet yasemen aşkımın tek hatırası..." Aklım biraz önceki derste kalıyor, biraz da  bambaşka alemlere dalıyor. Bir an, en sevdiğim kuşu soruyorum kendime bir kaç küçük elemeden sonra ‘kırlangıç’ diye cevaplayıveriyorum heycanla. Sıra ikinci soruda, en sevdiğim çiçek ?! İkinci soruya geçerken biraz tereddütlü davranmıştım, sorularımın gittikçe daha da zorlaşmasından korkmuştum, zira öyle de olmuştu. Bütün çiçekler güzeldir dedim kendi kendime. Bütün-çiçekler-güzeldir. Peki en güzeli? Küçük prensinki gibi öyle bir çiçek olmalıydı ki benim çiçeğim … Kafamda bu sorularla o kadar uzun süre yürümüşüm ki nereye vardığımı fark etmemiştim.
Vapura ulaştığımda birazda açık havanın etkisiyle sanırım "Evreka! Evreka!" diye fısıldadım. Benim çiçeğim bataklıkta yaşayıp  tertemiz kalmalıydı, görenlerin bir daha görmek isteyeceği güzellikte olmalıydı, üzerine felsefeler yapılacak kadar da önemli olmalıydı, benim çiçeğim, ‘Kutsal’ sayılmalıydı. Öncekinden biraz daha yüksek bir tonda kendimle konuşuyordum ‘’Lotus çiçeği! Tabi ya işte bu!’’ Bu çiçekle ilk defa Buruciye medresinin duvarlarında tanışmıştım. 670 (1271)  yılında Muzafferüddin Burûcirdî tarafından yaptırılmış bu medrese çevresindeki tarihi yapılar içerisinde  sanatsal estetiği en yüksek olanıydı. Medresenin avlusuna girer girmez beni her ayrıntısı bambaşka alemlere götürecek Selçuklu mimarisinin latif ayrıntılarıyla karşılamıştım. Bu hoş karşılamadan sonra biraz dertleştiğim bu ulu yapı bütün sırlarını bir bir anlatmış, dantel dantel işlenmiş her motifinin bir hikayesi olduğunu söylemişti.Ama en çok her sabah büyülü bir renkte açan, mis gibi kokan lotus çiçeğinin hikayesini anlatırken heycanlanmıştı. Doğrusu bende bu çiçeği çok merak etmiş ve küçük çaplı bir araştırma yapmıştım.  Lotus çiçeği bir çok efsaneye konu olmuş mükemmelliği simgeleyen bir çiçekti, hepimizin bildiği nilüfer ile de yakın akrabalığı bulunmaktaydı. Bataklıkta büyümesine rağmen her zaman kendi kendini temizleyebiliyor, güzelliğinden hiçbir zaman ödün vermiyordu.Lotus çiçeği Hint felsefesinde de büyük önem taşıyordu. Hatta baş tanrılardan Brahma bir lotus çiçeğinin üzerinde oturmuş olarak tasvir ediliyordu. Onlara göre bu çiçek güzelliğin, saflığın ve mükemmeliyetin sembolüydü. Sadece Hintlilerde değil Mısırlılarda da Lotus’un özel bir yeri bulunmaktaydı. Lotus çiçeği doğası gereği geceleri yapraklarını kapatıyor ve gündüzleri günışığı ile yapraklarını tekrar açıyordu. Bu özelliğinden dolayı Mısırlılar onu güneşin ve yaratılışın sembolü olarak kabul ediyorlardı. Anadolu’da da bir çok tarihi eserin üzerinde motif olarak rastladığımız lotus çiçeği, renkleri ile de farklı anlamlar ifade etmekteydi. Mavi lotus çiçeği akıllı olmayı, pembe lotus çiçeği ulaşılabilecek en yüksek seviyeyi, mor lotus çiçeği ise mistik öğeleri temsil etmekteydi. Tüm bu özelliklerini düşününce çiçeğimle bir kez daha övünmüştüm. Büyük bir kararlılıkla vapurun iskeleye yanaşmasını bekliyordum artık. Tam bu sırada şarkıyı değiştirdim.

 ‘’Zamanın eli değdi bize..."



Üsküdara varmıştım bile vapurdan indiğimde kendimden emin bir gülümseme vardı yüzümde. Sahiplendiğim bir çiçek vardı artık ve o çiçek tıpkı insanoğlu gibi bataklıkta tertemiz kalma mücadelesi veren bir çiçekti. Uzun lafın kısası, ‘’Bu dünya bir bataklıksa sen o mor lotus çiçeğisin ey sevgili okur’’.